top of page
  • Yazarın fotoğrafıEsma Aydan Dikmen Aksoy

monami


bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellal iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir gece yarısında bir masal doğuyormuş.

bu masalın doğduğu evde üç kişi yaşıyormuş. bir anne, bir baba, bir de çocuk... ama ne anne kraliçeymiş ne baba kral. öyle olunca bizim bu cinsiyetsiz çocuk da ne prensmiş ne prenses. ne baba oduncuymuş ne anne cadı, ne anne üveymiş ne baba kötü kalpli. bizim bu aile, modern masallardan sıradan bir aileymiş işte.

sıradanmış sıradan olmasına ama, bu demek değil ki herkes tüm gün bomboş oturuyor, yan gelip yatıyor. anne, bir külkedisi değilmiş ama; temiz evleri severmiş. onun için evin temizliği insanın temizliği, insanın temizliği de dünyanın temizliği demekmiş. bu yüzden anne dağınık, tozlu, kirli ve yapış yapış bir tezgah, bir parke ya da ne bileyim bir mutfak masası gördü mü hiç dayanamaz hemen temizlermiş. böylelikle içlerinde yaşadıkları dünya daha az çirkinleşirmiş. baba ise, bilge büyücü sayılmazmış ama, kitap okumayı çok severmiş. ne okumazmış ki! romanlar, denemeler, ders kitapları... okurken okurken şifa dağıtmayı bile öğrenmiş! okumaktan vakit bulduğunda, yaşadıkları köyün halkının derdini dinler, yarası varsa iyileştirir ve her masalın ulu kişisi gibi bolca dua alırmış. anneyi babaya uymuyor sanmayın! her masalın bilinmeyen bir yönü ve hiç söylenmeyen yüzlerce cümlesi var. ama özetle, baba ve anne gerek elleriyle gerek dilleriyle, bazen insanlar üzerinden bazense eşyalar üzerinden bu dünyayı güzelleştirmek için ellerinden geleni ardına koymuyormuş diyebiliriz. çocuğun uğraşı ise resim yapmakmış. bu çocuk öyle güzel resimler yaparmış, öyle güzel resimler yaparmış ki; hani bir modern masalda değil de çok çok eski zamanların masallarında doğsa bu yeteneği ile dünyaya nam salar, ülkesinin prensi ya da prensesiyle evlenir ve masalın sonuna dek üç elma ile birlikte mutlu ve huzurlu yaşarmış. oysa bu çocuk böyle bir masalda yaşamadığı için, evin bir köşesinde oturur, boya kalemlerini önüne alır; kah annesini kah babasını, bazen yer bezlerini bazen sargı bezlerini, bazense eve giren çıkan tozları ve insanları resmeder dururmuş. yaptığı resimler çok güzel olduğu için herkes sonucu binbir merakla bekler ve eğer çocuk çizdiği resimleri onlara verirse her gece resimlerine bakıp iç çekerek uyurmuş.

çocuk renklerin gücüne inandığı için, yaptığı resimlerde onlarca ve hatta yüzlerce renk olurmuş. hani illa modern bir benzetme yapacaksak Picasso'dan hallice diyebiliriz. bu yüzden çocuk için boya kalemleri çok önemliymiş. hatta bazen kağıttan bile önemliymiş. çocuğun resimleri çok güzel olduğu için, köyün alt geçitleri, reklam panoları ve hatta trafik lambaları çocuğun kullanımına açıkmış. trafik lambalarında üç renkle ve belli şekillerle kısıtlıymış tabii ama; diğer alanlarda istediğini çizmekte boyamakta serbestmiş.

masalın sonunda bu çocuğun bir şeyler çize çize köylüye bilgece dersler vereceğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. çocuk, çocuk olduğundan hiç öyle bir kaygısı yokmuş. boyasınmış, çizsinmiş, oyun oynasınmış yeter.

ama günlerden bir gün, çocuk koşarak annesinin yanına gelmiş. "anne" diye bağırmış biraz telaşla, "anne, yeşil kalemimi bulamıyorum!" annesi biraz düşünmüş, düz bir anne olmadığı için "nereye koyduysan oradadır" dememiş tabii ve çocukla beraber kalemi aramaya başlamış. ancak nereye baktılarsa bir türlü bulamamışlar. hatta bir ara, baba da onlarla aramış; neredeyse tüm kitapların içine bakmış ancak yeşil kalem bir türlü ortaya çıkmamış. çocuk bu işe çok üzülmüş. "babamın yeşillerini çalmışlar" diye hüngür hüngür ağlamaya başlamış. annesi ve babası hüzünle birbirlerine bakmışlar, ne diyeceklerini bilememişler. yeşilleri olmayan bir baba ne kadar gerçekçi bir resim olur? o resmi gören hangi insan babayı gerçekte olduğu gibi hayal edebilir? ancak çocuğun ağlayışı dinmeyince mecburen onu teselli etmişler. "üzülme, hayırlısı olsun, ne yapalım bundan sonra başka renkle çizersin" gibi şeyler söylemişler. çocuk, çocuk olduğu için biraz avunur gibi olup uyuyakalmış.

aradan ne geçmiş ne geçmemiş, çocuk yine telaşla annesinin yanına koşuvermiş. "anne, anne koş, kırmızı kalemim her zamankinden daha fazla boyuyor!" anne resme bakınca ne görsün! tüm yüzü ve vücudu kırmızılar içinde! anne resme bakar bakmaz kaşınmaya başlamış. kırmızının kaşındırıcı bir etkisi olup olmadığını babaya sormuşlar. baba günlerce aramış taramış, bu ikisi arasında bir bağ bulmaya çalışmış. serde bilgelik olduğu için kontrast renklerle de bir ilişki kurmaya çalışmış. en sonunda "evreka!" diye bağırmış. yeşil kalemin kayboluşu, annenin kırmızılığını arttırmış. çocuk, anne ve baba tüm gün ne yaparız diye düşünmüşler, düşünmüşler, düşünmüşler. köyden birkaç kişi silgi diye bir öneri getirmiş ama, bırakacağı izi hiç düşünmemişler. hangi şey, hiç olmamış gibiye dönüşebilir ki? çocuk bu çaresizliğe dayanamayıp günlerce ağlamış. anne ve baba bu sefer "üzülme, hayırlısı olsun, ne yapalım bundan sonra annen biraz kırmızı olur, belki buna alışır" gibi şeyler söylemişler. çocuk, yine çocukluğundan olsa gerek biraz sakinlemiş. bakmış annesi biraz beyaz sürünce düzelir gibi oluyor, bundan sonra resimlerini öyle yapmaya başlamış.

ancak tüm felaketler bunla sınırlı kalıyor sanıyorsanız yanılıyorsunuz. tam işler düzeldi, herkes kendi rutinine döndü diyeceğimiz bir zamanda, çocuk yine koşarak annesinin yanına gelmiş. "anne, anne!" "gri kalemim olmadan kuzenimi nasıl çizebilirim, söyle bana!" diye yalvarmış. yine tüm evi aramışlar taramışlar, konu komşuya sormuşlar; ama gri kalemi bir türlü bulamamışlar. çocuk o kadar üzülmüş ki, kuzenin resimlerinde bir sürü rengi karıştırmış; belki bir işe yarar diye konuda kontrastlar yapmış, merdivenlerin yanına inekler çizmiş, lüks cam tavanların altına yataklar yapmış; ama ne olduysa o griliğin verdiği tatlımsı ekşimsi tadı bir türlü yakalayamamış resimlerinde. anne ve baba çocuğun bu çabalayan haline üzülmüşler üzülmesine ama ne yapsınlar! düşünmüşler düşünmüşler, konu kuzeni olunca teselli etsin diye çocuğun teyzesini çağırmışlar. teyze bir resme bakmış, bir çocuğa bakmış; gözünden bir iki damla yaş akmış "bu kadar karmaşanın içinde de mutlu görünüyor, üzülme" diye fısıldamış.

çocuk kaybolan renklerin hüznü içinde eski tadı olmadan resim yapmaya devam etmiş. ancak ailede değişen bazı şeyler varmış. çocuğun hüznü ve kayıp renklerin eksikliği sanki evin birer neferi olmuş. bazen plakların arasında, bazen rafların üstünde, bazense bahçede gezinir olmuşlar. anne ne kadar temizlediyse bunları evden bir türlü atamamış. baba ise renklerin alternatiflerini bulmak için durmadan kitap okumaya başlamış. anne tozlardan gri yapmaya, baba kağıtları yapraklara bulamaya çalışırken çocuk içeriden ağlaya ağlaya gelmiş. "anne" demiş, "aradım, aradım ama senin kuzeninin mavisini bulamadım." baba ile anne göz göze gelmişler, bu zamana kadar tüm teselli sözcüklerini zaman içinde yitirdikleri için oturup bir güzel ağlamışlar. hatta belki bir çözümü vardır diye düşünüp çağırdıkları teyze de onlarla beraber hüngür hüngür ağlamaya başlamış. ne köylüler teselli edebilmiş aileyi, ne plaklar ne kitaplar. yer bezlerinin ruhları o kadar sıkılmış ki, bir damla bile kalmamış üzerlerinde. her yeri bir kere de onlar aramışlar, dolapların, koltukların altlarına bakmışlar; köylüler de kendi evlerine bakmış o sıra ufacık bir umutla; ama ne yaptılar ne ettilerse kaybolan renkleri bulamamışlar.

aile uzun uzun düşünmüş. geliri gideri, geleni gideni hesaplamış. ihtimaller sıralamış. kah öyle demiş, kah böyle demiş; en sonunda çocuğun kalemlerini bulana kadar ülke ülke gezmeye karar vermiş.

anlattığım masal binbir gece masalları olmadığı için yolda cinlerle, perilerle ya da ifritlerle karşılaşmamışlar. maceradan maceraya atılmamışlar. ama çok yorulmuşlar. bir süre ne kalemlerin nereye gittiğini anlamışlar ne de neden gittiğini. ancak hiçbir masal belirsizlikle bitmeyeceğinden olsa gerek bir gün aradıkları cevaba kavuşmuşlar. cevap, sıcak bir ülkede yüksekçe bir ağacın arasında gizlenen bir kuşta saklıymış. çocuk kuşu görür görmez renklerini tanımış. işte yeşiller, griler, maviler hepsi ondaymış! onca zamandır aradığı tüm boya kalemleri, ailenin kaybolan neşesi; kuşun yanında korunaklı bir kafeste tutuluyor ve onlarca yaprak tarafından korunuyormuş. kuş, aşağıda ona şaşkınlıkla bakan aileyi hiç görmemiş. aile ise kuşa hiçbir zarar vermemiş. ama oradan bir karınca o güne dair şöyle bir şey anlatıyor:

"çocuk, bir kuşa bir babasına bakıp durdu. ne çocuk ne annesi ne de babası kuşu avlamaya ya da pişirmeye çalıştı. tam öylece geçip gidecek, her şeyi ve tüm renkleri oluruna bırakacaklardı ki; çocuk yalnızca bilmek için sordu. 'bu kuşun adı ne baba?' baba 'papağan' diye cevap verdi. çocuk 'papağan neden boyalarımı almış baba?' diye sordu. baba ise yüzünde boşvermiş bir gülümsemeyle 'söylediği her şeyi başkasından çalan bir kuş, neden renklerimizi de çalmasın ki' dedi. sonrasında da bana üç elma verip gittiler. annenin elmasıyla çocukları okula gönderdim, babanın elmasının onda birini ağustos böceğine bağışladım, çocuğun elması bir de babanınkinden kalanla da 387483687468+1 bir yuva inşaatına giriştik, birkaç aya taşınacağız inşallah"

12 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page