top of page
  • Yazarın fotoğrafıEsma Aydan Dikmen Aksoy

harf geminin öyküsü


Burası zamanın pek ayak basmadığı, bu yüzden akrep ile yelkovanın buluşmakta pek de acele etmediği bir yerdi. Her yaz buraya gelirler ve etrafta değişen pek bir şey göremezlerdi. Kardeşi ve kendisi, her yaz adlarını bilmedikleri ineklerin arasında, biraz da ürkerek bisiklete biner, bundan yorulunca köyün çocuklar için tek eğlence yeri olan kocaman parka giderlerdi. Eğer şansları yaver giderse biraz yağmur yağardı ve yağmurun ardından gelen gün amcalarından biriyle mantar toplamaya giderlerdi. Sonra mesela, aylardan Ramazan değilse balık tutmaya da giderlerdi. Hoş gerçi kendisi korkardı balıktan; ama kardeşi seviyordu. Bir keresinde derenin kenarında ayağı kaymıştı da kardeşinin, hiç korkmamıştı. Kendisi olsa belki de çığlığı basar ve tüm balıkların onu yemek için elinden geleni yapacağını düşünürdü. En nihayetinde halıların boşluklarında timsahların saklandığını düşünen bir çocuktu o, ölü balıklardan bile korkmasından daha doğal ne vardı ki?

Geçen yaz, köyüne değil de şehrine ait gibi görünen blokları görmüştü mantar aradıkları yaylalardan birinde. Burada da çok katlı ve kaloriferli evler varsa diye düşünmüştü, buraya köy demenin anlamı ne? Zaten arkadaşlarına ne zaman köyünü anlatsa ısrarla bir köy olmadığını söylüyorlardı buranın. Hatta bir keresinde üst sınıflardan bir arkadaşı, “Senin oraya köy demen, oranın belediye başkanına hakaret bir kere!” demişti ona. Oysa burada tek katlı evler vardı, kadınlar kapı önlerinde oturup el işi yapardı, çocuklar tezek yığınlarının arkasına saklanırdı saklambaç oynarken, tavuklar bisikletlerden korkardı, ördeklerse yan gelip yatardı. Çobanlar koyunları, inekleri getirirdi dağlardan. En önemlisi akşamları soba yanardı. Burası derdi, köy değilse nedir Allah aşkına? Arkadaşları onu anlamazdı. O da daha fazla uğraşmaz ve köyüne gideceği günlere kaç gün kaldığını saymaya çalışırdı.

İşte yine gelmişlerdi saydığı günlerin sonunda o güzel köye. Etrafta iki üç katlı evler görünmeye başlamıştı, hatta Ankara’da alışveriş yaptıkları market buraya bir şube açmıştı! Bu yıl demişti kendi kendine, biraz değişiklik olmuş sanki. Kardeşi, köyün girişine yapılan dev inşaatı gösterdi amcasına. Düğün salonu yapılıyormuş köylerine, işte böyle haberdar oldular. Neden olmasın diye düşündü çocuk, eğer içinde mutlu insanlar ve çiçeklerle balonlar olacaksa, neden yapılmasın.

O yıl hava bir türlü ısınmamıştı. Normalde Ağustos’un yarısı yaz, yarısı kış diyorlardı onların köyünde; ama Haziran da Temmuz da yağmurla geçiyordu. Bu o kadar da kötü bir şey değildi çocuk ve kardeşi için. Amcasında kalırsa soba yakarlar, kuzinesinde bazlama ısıtır ve patates pişirirler, sonra ekmeklerine yağ sürerler, patatese tuz basarlar… Yağmur demek mantar demek, mantara çıkarlar. Bir ateş yakar üzerine ince bir taş koyar, mantarı taşta pişirir, suyunu içerler. Yağmura küsemezdi çocuk. Yağmur eğlence demek onun için.

“Amca” dedi, “Yarın mantara gider miyiz?” Amcası tamir ettiği ağı kenara bırakıp “Yağmur yeni dindi. Yarın yeniden düşünelim” dedi. “Bu arada sen ağ tamir etmeyi biliyor musun?” “Hayır.” dedi çocuk. Düşündü, hiç sormamıştı amcasına bir ağın nasıl tamir edildiğini. “Bunu bana babam öğretti.” dedi amcası, “O zaman senin yaşlarında bir çocuktum. Bak şu köşeyi görüyor musun, büyük caminin kenarında?” Çocuk hemen dışarı koştu, çeşmenin başından kıvrılıp giden yola baktı, evet, cami de köşe de oradaydı, koşarak geri geldi amcasının yanına, nefes nefese “Evet.” dedi. “Deden” dedi amcası, “İşte bazen o köşeye gider orada tamir ederdi ağını.” Çocuk bir ağa, bir amcasına baktı. Hayalinde amcası dedesi olmuştu şimdi, büyük cami yanı başlarına gelmişti, kendisi de amcasıydı pek tabii. “Hadi bana ağ tamir etmeyi öğret!” dedi heyecanla. Amcası çocuğu kucağına aldı ve ağ örmeyi anlattı ona. Ta ki aşağı mahalledeki kendi evlerine gidene kadar; kardeşi sobanın başından, kendisi ağın başından kalkmadılar. Ertesi gün için sözleştiler amcasıyla, tamir ettikleri ağı atacaklar köyün altından geçen o büyük nehre.

Eve gittiklerinde çocuk bir süre yatağında döndü durdu. Yazdı; ama yorganın altında eziliyordu ve işin kötüsü ısınamıyordu. Zaten ne zaman buraya gelse ilk birkaç gün uyuyamıyordu. Tam gözünü kapatıyordu, hop kabus görmeye başlıyordu. Gerçi geçen yıl, bütün mevsimlerde köyde oturan Beyaz Ebe’ye sormuştu bu durumu. “Beyaz Ebe, Sakız Ebe” demişti, “Sen hep burada kalıyorsun, söyle bakalım sen de geceleri kabus görüyor musun?” Beyaz Ebe biraz düşündü, “Yıllardır” dedi, durdu, “Yıllardır iyi veya kötü bir rüya görmedim. Ama evvelden, sen yaşlarda bir uşağken ben de görürdüm kötü kötü rüyalar. Bu evler kerpiçtendir, zobayi yakmazsan üşürsün. Eğer zoba yakmayacaksan da yakmalısın içindeki iman ateşini. Benim ebem bana bir dua öğrettiydi o zaman, ben de sana öğreteyim de rahat uyu geceleri.” Çocuk can kulağıyla dinlemişti Sakız Ebe’yi, ezberindeydi öğrettiği dua. Sabaha karşı amcasının ziline uyandığında, Ebe’nin duasının işe yaradığını düşündü. Her seferinde işe yarayan, kabus kovucu o dua!

Yüzünü yıkayıp dışarı çıktı. Amcasının arasına yumurta ve yeşil soğan koyduğu bazlamayı eline aldı, arabanın ön koltuğuna oturdu. Amcası kemerini taktı. Nehre ağı attılar. Geri döneceklerdi ki çocuk ısrar etti mantar aramak için, amcası karşı koymadı. Güneş doğduğunda ellerinde bir torba mantarları vardı. Güneş biraz daha yukarı çıktığında ve yağmura karşı verdiği savaşı kazandığında ise iki torba!

Çocuğun hareketleri yavaşlayınca amcası arabaya gidip gazeteyi aldı. “Yelpaze mi yapacaksın bana amca?” diye sordu çocuk. Amcası “Hayır” dedi, “Sana bir şapka yapacağım ve sen bir daha balığa da mantara da şapkayla çıkman gerektiğini unutmayacaksın.” Çocuk sevindi ve amcasını izlemeye başladı. Nasırlı ama çabuk hareket eden elleri şipşak bir şapka yapıvermişti işte! Amcasına baktı çocuk, “Amca” dedi, “Kağıttan balık yapabiliyor musun?” “Neden?” dedi amcası. “Eğer hiç balık tutamazsak bir poşete kağıttan balıkları koyar eve onları götürürüz.” Amcası gülümsedi, “Balık değil ama gemi yapabilirim. İstersen gemiyi nehre salalım, biz balık tutamazsak onun tutup getireceği balıkları yeriz.” dedi. “Olur!” diye sevindi çocuk.

Vakit öğlen olduğunda nehrin yanına varmışlardı. Attıkları ağda bir kıpırdanma görünmüyordu henüz veya belki de çocuk görmüyordu acemi bir balıkçı olduğundan. Amcası bir ağaç bulup gölgesine oturdu, çocuk da onun yanı başına. Dev bir gazete kağıdı aldılar ellerine. Amcası haberlere baktı, “Bizim geminin yükü biraz ağır olacak.” dedi. Okuma yazma biliyordu çocuk; boşanan eş cinneti, işçi kazaları, kaçırılan üç çocuk, yargılanmayan iş adamları hızlıca gözünün önünden geçti. “Yüzme biliyorlar mıdır?” diye sordu amcasına. “Gemiye can yeleği de koyarız.” dedi amcası, zaten onda her şeyin bir çözümü vardı.

Kağıdı on üç kez katlayıp bir kere açtılar ve işte! O kocaman, o harf dolu, o yolcusunu almış gemi karşılarında! “Amca” dedi çocuk, “Sence bu nehirde yolcu taşımacılığına izin veriyorlar mıdır?” “Bu gemi nehrin dibinden gidecek, onu görmeyecekler, sen merak etme.” dedi amcası kaçamak bir cevapla. Sonra çocuk tüm yolcuların can yeleğini giydiğinden emin olunca, hatta polis koruması talebi reddedilince boşandığı kocası tarafından tam on yedi kez bıçaklanan ve şimdi yoğun bakımda olan kadın dahi can yeleğini takınca, gemiyi yolculuğa hazır bir şekilde nehrin üzerine bıraktı. Bir süre amcasıyla geminin gidişini izlediler. Tam amcasına ne zaman derine inecek, ileride sahil güvenlik var diyecekken gemi usul usul batmaya, daha doğrusu yolculuğunu gizlemeye başladı. Akşam ağı toplamak için geri döndüklerinde gemi bir hayli yol almıştı.

O akşam herkes onların tuttuğu balıkları yerken ve en büyük keyfi de kardeşi alırken çocuğun aklı gemideydi. Balık sevmediğini bildiklerinden hiç zorlamadılar onu. Önündeki bazlama, salata, domatesli pilav ve yoğurt onu doyuruyordu işte. Sofra duasından sonra amcasının yanına yaklaştı çocuk. “Amca” dedi, “Sence tuttuğumuz bu balıklar biz onları nehirlerinden ayırdık diye üzülüyor mudur?” Amcası biraz suçlu, sustu. “Bilmiyorum” diyecek oldu, çocuğun gözlerindeki merak sönsün istemedi. “Geminin kaptanıyla konuş, sana birkaç balık bulup sorsun. Sanırım en doğru cevabı balıklar verecektir.” dedi ve ellerini yıkamaya gitti.

Çocuk o gece yatana kadar gemiyle irtibat kurmaya çalıştı. Gemiden sinyal alamıyordu; fakat kaptanın onu duyabileceğini hissediyordu. Çünkü geminin kaptanı, bir bayram sabahı şeker toplamaya çıktığında kaçırılan ve bir buçuk yıl sonra cesetleri bulunan o çocuklardan kulakları en keskin olanıydı. “Kaptan, sana ulaşamıyorum.” dedi çocuk. Kaptan alışkındı kendisine ulaşılamamasına fakat gelen sesleri duymaya. “Ben seni duyuyorum.” dedi denizin dibinden. “Kaptan gördüklerini yaz defterine.” dedi çocuk. “Geminde yeteri kadar harf ve mürekkep var. Gördüklerini yaz.” “Yazılmış bil.” dedi kaptan uzaktan, gözleri yeterince keskin iki çocuğu ve boşanan kadının onu bekleyen üç çocuğunu geminin dört bir yanına saldı, işçileri de çocuklara göz kulak olması için bir güzel tembihledi. “Etrafınıza iyi bakın, hiçbir balığı kaçırmayın!”

Çocuk duasını okuyup uyuduğunda, kaptanın öyküsü daha yeni başlıyordu. Kaptan hiç görmediği arkadaşının yüzünü kara çıkarmamak için var gücüyle çalışıyordu. Bütün tayfa onun bu çabasına ortak oluyordu. Hatta kaçak iş adamları bile gerekirse emniyete teslim olmayı kabul etmişlerdi. Şimdi gemideki herkes gözünü dört açacak ve gördükleri bütün balıklara hallerini hatırlarını soracaklardı. Ama her şeyden önce nehri aşıp denize ulaşmaları gerekiyordu. Bu uğurda gerekirse kullanmadıkları harfleri gemiden atarak yüklerini hafifletecekler, denize çıktıklarında aldıkları haberleri belki de balıklarla göndereceklerdi. Uzun ve yorucu geçen nehir yolculuğu tamamlanırken konuştukları sazanlar onlara yavaş akan derelerde yavaş yavaş yaşamanın daha tercih edilebilir olduğunu; ama içlerinden bazı arkadaşlarının karayı da merak ettiklerini ve bu yüzden ağlara bile isteye girdiklerini söyledi. Su kaplumbağaları bu köyde onların şanslı olduğunu; çünkü ağlara takıldıklarında onları oradan çıkaran iyi yürekli balıkçılar yaşadığını söyledi. Yol boyunca nehrin içinde gördükleri taşlarsa su kaplumbağalarına şiddetle karşı çıktılar. Onlara göre iyi olmak ağlardan kaplumbağaları kurtarmakla olmuyordu. Her gün üstlerinden onlarca pet şişe geçiyordu, işte daha geçen gün atılan bir tırı vırı bir balığın bütün yuvasını darmaduman etmişti, üstelik kötü malzeme kullanırlarsa avlanma gereçleri nehrin orasında burasında kalıp oranın yaşam alanını bozuyordu. Hem insan kim oluyordu da avlanıyordu? Kaptan ve geminin tayfası duydukları bütün bu bilgileri var güçleriyle yazdılar. Üç gün sonra denize ulaştıklarında ise daha çok uğraşmaları gerekecekti.

Ulaştıkları deniz tatsız tuzsuz bir denizdi. İşin kötüsü hırçındı ve gerçekten kızarsa köpürüp insanları yutabiliyordu. Sürü halinde oradan geçmekte olan hamsiler hep bir ağızdan, bu boğulan insanların denizin aldığı bir intikam olduğunu söyledi. Onlara göre, insanların fütursuzca avladıkları balıkları eşitlemek için böyle bir yol izliyordu Karadeniz. Gerçi boğulan insan sayısıyla avlanan balık sayısı eş değildi elbette; ama Karadeniz akıllıydı. Aynı sayıda insan öldürecek olsa, bu insanlar Karadeniz’i kuruturdu muhakkak! Tabii hamsilerin de bir planı vardı. Onlar giden her bir balık için 40.000 yumurta bırakıyorlardı denize. Böylelikle Karadeniz’in yükünü de almış oluyorlardı sırtından.

Barbunlar Hamsilerin bu sözlerini duyduklarında saklandıkları kumların arasından çıkıp onlara katılmadıklarını söylediler. Karadeniz cani değildi, insanlar da cani değildi. Bazen bazı kazalar veya aşırıya kaçmalar oluyordu, olsundu. Mezgitler Barbunların sözünü kesti. Barbunların nesli azalıyordu, en bilge olanları çoktan ölmüştü. Bunu onlara insanlar yapmıştı! Fakat Hamsiler de haklı sayılmazdı. Zaten buraya bu dedikoduları duymaya değil, birkaç hamsi avlayıp yollarını bulmaya gelmişlerdi. Hem denizde sözüne güvenilir hayvan azdı. İşin kötüsü dünyada da sözüne güvenilir insan bulmak zordu. Kaptana ve tayfaya çok iş düşüyordu. Dinledikleri tüm balıklara inanmamalıydılar.

Duydukları atışmalardan iyice kafaları karışan geminin yolcuları, biraz daha derine indiklerinde Kalkan balığıyla karşılaştılar. Kalkan balığı yamyassı uzandığı kumlarda bir iki hareket edince tüm mürettebatın aklı çıktı. Kalkan onlara derisindeki düğmeleri gösterdi. “İnsanlar” dedi, “Eğer bunları üşenmeyip tek tek bedenimden söküyorsa, hem midesiz hem de çalışkan olmalı. Ama biliniz ki çocuklar, ölüm kimsenin hoşuna gitmez.”

Ölüm sözcüğünü duyan ve oradan geçmekte olan Dülger balığı söze Sait Faik’e selam söyleyerek başladı. Onun ölümü ülke çapında meşhurdu ve ölmekten bahsedilecekse ona mutlaka söz hakkı verilmeliydi. Çünkü onun ölümü yıllardır dillerde dolaşıyordu, hatta ders kitaplarında okutuluyordu! Sait Faik güzel adamdı, sözlerinde haklıydı; canavarlaşmamak için Dülger balığı yıllardır insanlardan kaçıyordu. Fakat insanlara iyi veya kötü diyebilecek kadar uzun kalmamıştı kıyılarında. Hem insanlar da ikiye ayrılıyordu. İşte bütün gemilerde, bu gemilerde ve Nuh’un Gemisi’nde dahi iyi ve kötü ruhlar dolanıyordu. Kaçak iş adamları kendilerini nasıl aklar bilmiyordu; ama yoğun bakımdaki kadın işte yaşama tutunuyordu. Kaptan, kardeşi ve arkadaşı bir şekerin peşinden güzel ömürlerini veriyorlardı. Aynı gemide iyiliği ve kötülüğü yaşıyorlardı. Onlar derine indikçe gemilerindeki mürekkep siliniyordu. Onlardan haber bekleyen kim varsa telaşlanıyordu. Yüzeye çıkıp biraz daha gitmeliydiler. Vardıkları kıyılara selam götürmeliydiler. İnsanlara iyiliği ve kötülüğü, yaşamı ve ölümü, mutluluğu ve hüznü içlerinde bulmaları gerektiğini söylemeliydiler. Eğer Sait Faik gibi birine rastlarlarsa mutlaka tanışmalıydılar. Hatta hikayelerini birilerine anlatmalıydılar. Yaşamın sırrı buydu işte. Bir midede –hangi mide olduğu önemli değildi, bir balık ölünce bir insanın veya balığın midesindeymiş ne fark ederdi- yaşamın sonlanması değildi önemli olan. Önemli olan arkada ne bıraktıklarıydı, nasıl kalıcı olduklarıydı. Bu balıklar ve onları avlayan tüm insanlar ölecekti bir gün. Fakat bu deniz, bu çocuklar hayatta kalacaktı. İyilik ve kötülük hayatta kalacaktı, hikayeler hayatta kalacaktı. Ve balıklarla insanlar o hikayelerde el ele yaşayacaktı. Önemli olan buydu işte.

Kaptan biraz düşündü. Silinen mürekkebin yerine Sait Faik’e gidecek selamı koydu. Gerçi Sait Faik kimdir nedir pek iyi bilmiyordu; ama bir selam alındıysa yerine ulaştırılmalı diye duymuştu annesinden. Yüzeye çıktıklarında yolcular ve mürettebat yorgundu. Üstelik çocuk da uyanmaya başlıyordu. Can havliyle kendilerini en yakın kıyıya attılar. En yakın kıyıda iç savaş vardı, saklandılar. Tüm bu öğrendiklerini bir mektuba yazıp mektubu bir şişeyle çocuğun ertesi günkü rüyasına ulaştırdılar.

Yaz tatili bittiğinde aylardan Ağustos’tu. Köye kış gelmişti. Onun gibi şehirde yaşayanlar için, köye veda vakti demekti bu. Hem büyük market yeterince iş yapmıştı, üç inek üç yeni buzağı doğurmuştu. Kardeşi biraz kilo almıştı. Amcalarıyla sayısız pikniğe gitmişlerdi. Belki her yağmurda yeniden doğan bin küsür mantar toplamışlardı. Çocuk bir daha balık tutmaya gitmedi; ama ne zaman ağların tamire tabi olduğu o köşeden geçse dedesini hatırladı. İşte dedesi de ölmüştü mesela; ama aynı köşede oturup ağ örebiliyordu. Dedesini amcalarında, halasında, caminin kenarında, balık ağlarında, hazine avcılarında, eski fotoğraflarda görebiliyordu çocuk. Demek ki Dülger balığı doğru söylüyordu. Bavulunun içine Dülger balığının selamını da koydu.

Evine döndüğünde köye gitmelerine kaç gün olduğunu sordu, onları ziyarete gelen dayısına. Dayısı da aynı köydendi; fakat orayı pek sevmezdi. Pek gitmezdi de. Zaten çocuk da amcasıyla geçirdiği kadar vakit geçirememişti dayısıyla. “Daha yeni geldin. Neden soruyorsun?” dedi dayısı, çocuğun heyecanını anlamayarak. Çocuk sabırla topladığı mantarları, ördüğü ağları ve amcasının tuttuğu hüzünlü balıkları anlattı. Hatta kağıttan bir gemi yaptıklarını ve geminin seyrüsefere çıktığını anlattı. Tam gerisini de anlatacaktı ki “Battı yani.” dedi dayısı. “Hayır.” dedi çocuk, “Derinden gitti.” “Battı yani.” diye tekrar etti dayısı. Cevap vermedi çocuk. Dülger balığını düşündü. Eksik bıraktığı bir nokta daha vardı balığın. Bazı insanlar erken ölüyordu bazı insanlar için. Dayısı çocuğun hüzünlü bakışlarına ve kucağından sıyrılan gövdesine bakarken, sorulan soruyu cevapsız bırakmak olmaz diye “Yaklaşık 300 gün var” dedi. Bu cevabın bir önemi yoktu artık çocuk için.

Ertesi akşam kapıları çaldı, çocuk içinde merakla açtı. Yine dayısı gelmişti, elinde kocaman bir paket vardı. “Bu senin.” diyerek uzattı içeri girince. Çocuk büyük bir heyecanla aldı eline paketi. Acaba amcasıyla daha uzun yürüyebilsin diye sağlam bir spor ayakkabısı mı almıştı? Yoksa bisiklete kasksız binen amcası için bir kask mı? Yoksa köyde bulduğu ufak köpek için bir tasma mı? Her yoksada aralıyordu paketi çocuğun ufak elleri. Acaba bir zeytin dalı mı? Acelesi de vardı, merak ediyordu. Ve en sonunda kardeşi de geldiğinde açtı hediyeyi çocuk. “Beğendin mi?” diye sordu dayısı. “Ne almış?” diye sordu kardeşi merakla. “Uzaktan kumandalı bir gemi aldım size.” dedi dayısı. “Hiç batmayacak ve nereye isterseniz oraya yüzecek bir gemi.” diye ekledi.

“Yolcusu ve mürettebatı olmayan bir gemi” diye ekledi kaptan uzak ülkelerden. “Hayalleri ve inancı olmayan bir gemi” diye ekledi, yaşama dört elle sarılan kadın. “Aşacağı zorluklar ve öğreneceği dersler olmayan bir gemi” diye ekledi kaçak iş adamlarından biri. “Tanışacağı yazarlar ve duyacağı hikayeler olmayan bir gemi” diye ekledi tayfanın gözleri keskin, gözleri güzel kızları. “Ruhsuz bir gemi!” diye haykırdı Dülger balığı yattığı yerden. Çocuk teşekkür etmeden koştu içeri, kardeşi gemiyi paketten sıyırırken. Günler sonra el çabukluğuyla bir gemi yaptı kağıt ile harflerden ve koydu ruhsuz geminin yanına gemisini. Kağıt gemi hiç beklemeden uzandı ve fısıldadı ruhsuz geminin kulağına: “Merhaba Beyaz Gemi, ben geldim!”*

*Cengiz Aytmatov-Beyaz Gemi

78 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page