top of page
  • Yazarın fotoğrafıEsma Aydan Dikmen Aksoy

karanlığıma selam


beni görebiliyor musunuz, diye sordum. elbette, dediler masanın dört bir yanından elleri kolları çeşitli mezelere uzanırken. oysa yanılıyorlardı. kimse beni görmüyordu. zaten ben de uzun zamandır kendimi kimseye göstermiyordum. ışığı güzel birkaç fotoğraf ve beni anlatmayan onlarca kelime ile var ediyordum kendimi. varlığımı ben sanıyorlardı ve işte, beni gördüklerini söylüyorlardı. bense bu soruyu sorarken bile ruhumun katmanları arasında huzursuzdum. bir gece saymıştım, dört katmanım ve sekiz tip arkadaşım vardı. hangi katmanlarda hangi arkadaşlarımın olduğunu da o gece bulmuştum. ruhuma en yakın katmanı kendime saklamıştım.

dışarıdan bakıldığında; başarılı, becerikli, şık ve kibar bir adamdım. kendimce yakışıklı ve bakımlıydım. mesleğimde az zamanda çok iş başarmış ve hatrı sayılır bir yere gelmiştim. insanların beni dinliyor olmalarını sağlamıştım. istediğim kadar uzun tiratlar atabiliyordum ve bu içimdeki utangaç çocuğu gizliyor, biraz da büyütüyordu. ama o çocuk da bana aitti en nihayetinde. kendimden kaçamıyordum. karşılaştığım kadınların gözlerine dikkatle bakmam bundandı. gizlediğim yanları, içimdeki çocuğu görebiliyorlar mı diye bakıyordum onlara. neredeyse hepsi aptaldı veya kör, ya da ikisi birden. ya da ben onların aptal olanlarını seçiyordum. içimi kimse görmesin istiyor ve kimse görmediğinde onları kör ve aptal olmakla suçluyordum. yani dışarıdan bakıldığında iyi/güzel/mutlu görünen çoğu insan gibi, son katmanımda rutubetli ve durmadan dökülüp duran bir odanın içinde utangaç, kendi başıma oturuyordum.

bu, karşıma çıkan biriyle bu döngüyü nasıl kırdığımın hikayesi değil. geçmişimde tanıdığım ve o utangaç çocuğun iyi anlaştığı kadınla yeniden karşılaşmamın ya da giderek canavarlaştığımın ve bunun bilincinde olduğumun, ne kadar şikayet etsem de bunu engellemeye çalışmadığımın hikayesi de değil. yalnızca kendimden bir iz, kimse görmeden yazdığım bir an.

bunu neden sordun, dedi yanımdaki sarışın. sarışınları sevmem; ama seviyormuş gibi yapabilirim. bilmem, dedim; bazen görünmez olduğumu ve duvarların arasından geçebileceğimi düşünüyorum. canım, dedi; görülmemek için biraz fazla büyüksün. sanki bunu bana biri daha söylemişti. reddetmedim, gülümsedim.

eve döndüğümde pijamalarımı giydim. insanın küçüldüğü bir an bu. hele mevsim kışsa, ev soğuksa; kalın, eski ve bizi sıcak tutacağına inandığımız şeyleri giymek. katmanlarımı dikkatle açtım, içinden utangaç çocuğu çıkardım; annem odaya geliyordu, içimi hızla toparladım. kendimi, kendi arkama sakladım. annem portakal isteyip istemediğimi sordu. kan portakalıydı, istedim. utangaç çocuk saklandığı yerden çıktı, çıkınca gördüğü kandan biraz korktu, bir portakalın neden kanadığını anlamadığını ve buna nasıl göz yumduğumu, kanamasına nasıl izin verdiğimi sordu. ona dünyanın değiştiğini, artık kanayanların değil kanatanların makbul olduğunu söyledim. gözlerimin içine baktı ve eskiden de böyleydi, dedi. tüm bu yaygara ona portakal vermedim diye miydi?

sonra biraz televizyon izledim. içeriden mutlu olan ve bunu dışarıdan bakınca pek de anlamadığımız tüm o insan yığını böyle mi yapıyor? pijamalarını giyip ellerinde portakal kokusuyla bir ekranın önünde yarı sarhoş oturuyorlar mı? aptallaşma dedi, utangaç çocuk. sıradan ve mutlu insanları bu sözlerinle aşağılayamaz, onlardan biri olmadığın için kendini böyle üstün görüp onların var olduğu gerçeğinden sıyrılamazsın. kendi kendimle konuşurken ne utangaç ne de kibardım demek. kalp kırmayı seviyor ve gerçekleri yüzüme lafı hiç dolandırmadan söylüyordum.

çocuk uykusunun geldiğini söyleyip odama gitti. bu kez televizyon karşısında yalnız kaldım. bir eski türk filmine ihtiyacım yoktu ağlamak için, televizyonu kapattım ve hıçkıra hıçkıra ağladım. en son ne zaman böyle ağlamıştım? rüyamda bir kadını yıkıntılar arasında bırakmak zorunda kalınca mı? nice sonra odaya girdiğimde içimdeki çocuk; benim yatağımda, annemin de görebileceği biçimde mışıl mışıl uyuyordu. annem görebilirse herkes görebilirdi, etrafımda olan insanlardan herhangi biri, son katmanımın içini, benim en özelimi, karanlığımın içindeki o minicik ışığı, kendime dair tek umudumu, tüm geçmişimi ve en nihayetinde herkesten sakladığım şeyi, kendimi, görebilirdi. onu aldım, içimdeki yatağına, yerine yatırdım. üstümü giyinip çıktım.

sahil kenarında yalnız başıma yürüdüm. burada hiç kış olmadığını söyleyen yalan söylemiş, o gece çok üşüdüm. gün ışıdığında sanki yeni uyanmışım gibi davrandım. başarılı, becerikli, şık ve kibar bir adam, gelecek vaat eden bir genç olarak dün kaldığım yerden yeniden başladım. akşam olup etrafı arkadaşlarımla, o sekiz tip insanla, dolu masada dünkü sarışının yanına oturduğumda bu kez "beni görebiliyor musunuz" diye sormadım. neleri görüp neleri görmediklerinin ve neleri görürlerse neleri yitireceğimin/kazanacağımın farkındaydım. o akşamın devamında uzun uzun sustum ve düşündüm. kağıda dökmeyi reddettiğim bu yazdıklarımın ne olduğunu anlamaya çalıştım.

bu içimdeki çocuğun hikayesi değil. yıllar boyu peşimden sürüklediğim utangaçlığımı nasıl kırdığımın, onu kırarken nasıl kırıldığımın, bu yüzden ince ince kanadığımın hikayesi de değil. yalnızca kendimden bir iz, kendi karanlığıma selam.

28 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page