top of page
  • Yazarın fotoğrafıEsma Aydan Dikmen Aksoy

arkadaşım bahçıvan

Şimdi, birazdan anlatacaklarımı yazmak için oturduğum bu kafenin onun hayatını nasıl değiştireceğini asla tahmin edemezdim. Evet, aynen böyle oldu. Bundan uzunca bir zaman önce, ikimizin de evine aşağı yukarı aynı uzaklıkta diye geldik bu kafeye. Başka hiçbir nedeni yok. Belki biraz da fotoğrafları, belki. Diğer kafelerin yanında, hatta hepsini iki katlı bir alanda, yan yana istiflenmiş görünce biraz şaştık. Buradan bakınca hepsi birbirinin aynı gibi duruyor. Bunda meşhur kahvecinin yeşil saçlı logosu var. Bunda siyah bir zemin kullanılmış ve altın sarısı harflerle Fransızca bir ad. Diğeri İngilizce, mekanın içine pembe güller asmışlar. Biri İtalyan pizzacısı. Diğeri Amerikan burgercisi. Minik bir dünya turu. Farklı ama aynı. Bizim seçtiğimiz şu siyah zemine Fransızca olan. Bahçe demekmiş. İçinde onlarca çiçek. Aynı zamanda çiçekçiymiş. Kırmızı, yeşil, sarı, mor, pembe; bin bir renk... sadece yaprak olan da var, mis gibi kokulu çiçekleri olan da. Minik sukulentler, büyük kaktüsler, vakur orkideler, ne ararsan. Arada salıncak... anlattığım gerçek. İki kahve söyledik, bir de lavantalı cheesecake. İnsan çekmece içinde duran keselerden gelecekmiş gibi hissediyor. Tadı neredeyse öyle, ama değişik bir ferahlığı da var ilk çatalda. Neyse, size bunları değil, onu anlatacaktım. Kahvelerden önce miydi sonra mıydı hatırlamıyorum. Ama etrafına bakıp sukulentler ne güzelmiş dedi. Sonra, burası ne güzelmiş. Bir şeyi severse bunu en az beş kere söyler. Burası ne güzelmiş, gerçekten çok güzelmiş, iyi ki buraya gelmişiz, baksana ne güzelmiş... ona hak verdim, burası güzeldi. Sonra odamda bir kitaplığım var, orada sukulentler ne güzel dururdu dedi. Eğer bakabilseymiş. Bunu demesi boşa değil, ilgisizlikten kaktüs öldürmüşlüğü var, sevgisinden orkide çürütmüşlüğü. Onun bakımında bir şey yok dedim. İstiyorsan al. Uzun uzun ikna etti kendini. Bunu da kararsız kalınca yapıyor. Karşısındaki söylediklerinin hepsini dinliyor, ama o karşısındakini pek dinlemez. Dinler de dinlemez, sonunda kendi dediğini yapar. O nedenle o ne düşünüyorsa , ne yapmak istiyorsa yüreklendirmek en iyisi. Al canım, annem de baktı bunlardan, sağlam çiçekler dedim. Eğer bakamazsan annemi arar sorarsın. İkna oldu. Kahvelerden sonra olduğuna eminim, kalkarken yani, acaba aşağıdaki markette var mıdır sukulent diye sordu. Olabilir dedim. Beni öpüp markete gitti. Yokmuş. Eve dönüş yolunda 3 ayrı çiçekçi geçti , hiçbirinde duramadı. Bunları kendi anlattı sonra, oradan biliyorum. Aradığı çiçekleri kendi semtinde, hatta hep alışveriş yaptığı bir yerde bulmuş, kendine 4 farklı sukulent almış. Sonra 4 farklı renkte saksı almış ve ilk iş bu küçük sukulentleri renkli saksılara taşımış. Ne var ki sukulentlerden ikisi bu değişiklikten hoşlanmayıp ölmüş, içlerinden biri yaprakları kat kat üst üste duran ve onun alırken en sevdiğiymiş. Halbuki boyu da uzuyormuş, neden öldüğünü hiç anlamamış. Sebebinin suyu biraz fazla kaçırması olabileceğini çok sonra söyledi. O aralarda ona gelen "yeni işin hayırlı olsun çiçeği" de ölmek üzereymiş. Odasında bir de bambu varmış, diğer evde üşüdüğü için getirmiş. Böylelikle 2 dolu saksı, iki boş saksı, bir can çekişen barış çiçeği-türü buymuş ve bir aslında bambu olmayan bambu ile odasını paylaşmaya başlamış. Bir zaman sonra, boş saksılar gözüne batarken bu saksılara asla sığmayacak, biri benden diğeri kocasından iki çiçeği daha olmuş: Bir orkide, bir antoryum. Bu telefon konuşmasını iyi hatırlıyorum. Orkide bakmayı iyi öğrendim dedi. Bu öğrenme, aşağı yukarı işinden ayrılacağı zamana denk geliyor. Orada bir abla, odasının her yeri orkide, musluğa tutuyor orkideleri sık suluyormuş. İyi gözlemlemiş. İşe de yaramış. Ama antoryum? Yok mu hani şu kırmızılı geçmiş olsun çiçeği? Kocası elçiyle çiçek gönderdiği için bunu normal karşılıyormuş, ama orkide olsa daha iyi olurmuş. Bu yüzden orkideyi ben gönderdim. Böylelikle ikisi komşuda emanet toplam dört beyaz orkidesi olduğundan bana hiç bahsetmedi. Bir süre sonra beni yine aradı. Antoryum güneşi seven bir çiçekmiş. Aynı günaşığı gibi yüzünü güneşe dönermiş. Büyük yeşil yaprakları ve kırmızı, yaprağa benzer çiçekleri varmış. Bir konferansta dinlemiş, çiçekler renk değiştirmeyi arılara çekici görünmek için yapmış. Ayrıca barış çiçeğinin yalnız üç yaprağı kalmış. Bu arada bahçede 2 yıl öncesinden kalan saksıların topraklarını boşaltmış, hatırlıyor muymuşum acaba bahçedeki saksılara küçük çiçekler dikmiş? Babası bu yıl da beklemiş ama bu yıl yapamamış nedense. O arada barış çiçeği ile antoryumun saksısını değiştirmiş. Böylelikle barış çiçeğinin toprağındaki garip, küçük ve beyaz onlarca yaratıktan kurtulmuş. Yani aslında odasında tek kalmıyormuş, yani aslında bin böcek ve kendisi, pek yalnız sayılmazmış. Ayrıca barış çiçeğinin güneşi ve nemi sevdiğini öğrenmiş. O çiçek ona Selin ve Yavuz'un hediyesiymiş, kaybetmek istemezmiş, yeni şeyler deneyecekmiş... İşte böyle, aklındaki her şeyi tüm detaylarıyla anlatmayınca rahat etmez. Bir başka gün, bana mesaj attı. Sen hiç görmeyecek olabilirsin, ama orkideni yeşil saksıya diktim, yazmış. Sizler benim en sevdiğim rengin yeşil olduğunu bilseydiniz, bu üçüncü cümleyi paragrafa hiç eklemezdim. Sonra yeniden buluştuğumuzda, sana bonsaiye verdiğim değeri verebiliyor muyum diye sordu. Ne bonsaisi dedim. Annesine doğum gününde aldığı bonsaiymiş. Aslında o çok korkarmış bonsaiden. Felsefeli çiçekmiş, ne çiçeği ağaçmış ağaç. Saksı ağacı. Budamak falan gerekiyormuş. Annesi de bir ağaç gibi arkasında durmuş bunca zaman üstelik saksıdaki bir ağaç gibi onu başka şehirlere taşımış; o zaman annesi de bonsaiymiş aslında, hem orkide alsa bu kendine hediye almak gibi olmaz mıymış. Ee dedim, şu değer meselesini tam kavramak için. Ama anlatmak istediğinde asla susmaz. Üçüncü e'de durdurdu beni. Bonsai küçük bir porselen saksıda gelmiş. Ayrıca türü de yazılandan başkaymış. Forumdaki fotoğraflara bakmış zelkovanın yaprakları sivriymiş oysa annesinin yaprakları yuvarlakmış. Başka bir türün yaprakları yuvarlakmış ama annesinin yapraklarının ucunda üç ince çıkıntı ve yaprakların üzerinde minik beyaz desenler varmış. Üstelik gelen ağaç kokulu bir ağaçmış. Hafif ıslak toprak gibi, biraz da yağmur sonrasındaki bahçe çiçekleri gibi kokuyormuş. Neymiş peki cinsi dedim, ne önemi vardı çok da anlamadım. Nasıl ne önemi varmış, bir kere zelkova dış ortam bitkisiymiş ve yaprak dökermiş ama annesi bir çay ağacıymış, carmonaymış adı. Carmona iç ortam bitkisiymiş, yaz kış yapraklı olmalıymış ve asıl sorun şuymuş ki annesi hızla yaprak döküyormuş. Gerçekten tüm bitkilere onları gönderen ya da onlara sahip olan kişinin adını mı veriyorsun dedim. Genelde ilki dedi, annesinin ağacına kendi adını vermek çok etik olmaz diye düşünmüş. Gerçi bunu genelde orkidelerde yapıyormuş, odasındakilere tür adıyla seslendiği de oluyormuş. Yapraklarda kaldın dedim. Ha, evet, dedi. Cümlede kalınan yeri her zaman o söyler. Belli ki kuru yapraklara yine aklı takılmış. Araştırmış, carmonanın bakımı zelkovadan tamamen farklıymış. Bir kere o saksının değişmesi şartmış. Carmona da nem severmiş. Toprağının yapısı da sade torftan farklıymış. Temel istekleri aynı olan antoryum ve barış çiçeğine bir de o istekleri paylaşan bir bonsai eklenince odasına sehpa siparişi vermiş. Kızları, -kızları mı dedim, evet kızları dedi, çocuklar da olabilirmiş- sehpaya koymuş. Barış çiçeği çoğalmaya ve yapraklarındaki siyahlıklardan arınmaya başlamış. Antoryumun keyfi yerindeymiş üç yeni çiçek bile vermiş. Ama bonsai ölmek üzereymiş, annesi bunun kendisiyle ilgili bir şanssızlık olduğuna inanıyormuş. O da bir gece oturup iyice araştırmış. Ertesi gün okula gitmesi gerektiği halde bunu yapmamış, onun yerine tam dört tane yapı market gezmiş ve en sonunda aradığı toprak ile saksıyı bulmuş. Eve gelmesi uzun sürmüş ama geldiğinde bonsainin kuru yapraklarını tek tek toplamış. Saksıyı değiştirmiş, özel toprak karışımını doldurmuş. İçine biraz da gübre koymuş. Bonsaiyi sulamış. Sehpada ona özel bir yer bulmuş. Carmona akşam üstü ya da sabah güneş almayı sevdiğinden, evde olduğu zamanlarda onu yatağının üzerine koyup perdeyi açıyormuş. Ve nolmuş biliyor muymuşum? Bonsai yeniden tüm dallarından yaprak vermiş. Şimdi dedi söyle lütfen, ben sana ya da sen herhangi biriyle olan ilişkine bonsaiyi yaşatmak için yaptığım kadarını yaptın mı? Eğer biz, uygun saksıyı, toprağı, nemi, havayı, ısıyı, güneşi sağlamıyorsak, hatta bu ihtiyaçları hiç fark etmediysek; elimizden gelen her şeyi yapmış sayılır mıyız? Söylediklerini o an düşündüm. Hatta sonrasında, eşimle ufak bir tartışma yaşadığımda ya da bir başkasıyla iletişimim koptuğunda bonsai uygun şartlarda mı, ben de kontrol ettim. Daha sonra evine gittiğimde sukulentlerin yerinde olmadığını gördüm. Sukulentlerin ona rağmen hayatta kalan iki tanesini bonsainin eski saksısına dikmiş. Çünkü sukulent güneşi seven ama suyu pek sevmeyen bir bitkiymiş. Kitaplığın önü çiçek koymak için çok estetik bir yermiş; ama iki pencerenin arasında kalıyor ve bu nedenle yarı loş bir alan oluyormuş. O yüzden sukulentleri de sehpaya koymuş. Bakacakmışım, barış çiçeğinin yaprak sayısı on olmuş, belki bir gün beyaz çiçeğini de yeniden verirmiş. Ben hiç üç yaprağı on yapmış mıyım? Bunun ne güzel bir his olduğunu biliyor muymuşum? Bilmediğim için sordum, bu pembe benekli yapraklar ne, hasta mı bu çiçek dedim. Hayır hasta değilmiş. Onun adı hostes çiçeğiymiş. Yapı marketlerde, internet sitelerinde çiçek türlerinin adının yanlış yazıldığını ve bunun ne kadar büyük bir felaket olduğunu hiç düşünmüş müyüm? Mesela bu çiçeği fittonya diye almış. Gölgede kalabilirse kitaplığa koyacakmış. Ama fittonyada yaprak damarlarının renkleri düzenli olurmuş. Dağınık ve düzensizse o bir hostes çiçeğiymiş. Hostes çiçeği de güneşi ve nemi severmiş, o yüzden artık sehpasında yer kalmamış. Renkli saksıları boş kaldığından uzun araştırmalar sonucu afrika menekşesi almış. Onlar loş ortama biraz daha dayanıklıymış. Gerçi annesinin dediğine göre Jale teyzenin afrika menekşeleri pencereye yakın duruyormuş ama bu renkli saksılar işi hep bozuyormuş. Şimdilik çiçeklerini dökmüşler, yine de sağlıklı görünüyorlarmış. Yerdeki bambuları sorarsam, onları yeğeniyle birlikte bölüp dikmişler. Böylelikle üç bambusu olmuş. Yeğeni her hafta kök kontrolü yapıyormuş. Kökleri arttıkça birlikte seviniyorlarmış. Ama anne bambu uçtan sararıyormuş. Neresinden hava aldığını anlamıyormuş. Elinden geleni yapıyormuş, umarım sararan kısmı kese kese bambuyu bitirmezmiş. O tüm bunları anlatırken gülümsedim. Kendine bir dünya yaratmışsın dedim. Bunun öyküsünü senin ağzından yazacağım dedi. Başka türlü anlatmak çok zor olacak. Az önce beni aradığında, tüm bunları anlatmak için oturduğum kafeye onu da çağırdım. Kendinde olmayan bir çiçeği görür diye biraz korkuyorum. Ne yalan söyleyeyim, bu meşguliyet terapisi biraz amacını aştı bence. Yine de uğraştığı bir şey var. Buna elbette seviniyorum. Ama ya sulaya sulaya kendini çürütür, iyileştireyim derken kendini yok ederse? Neyse, belki de benim kuruntum. Elinde pembeli bir orkide ile geliyor. Ona sarıldıktan sonra orkideyi soruyorum. Şunun dallarına bak diyor. Hem bende pembe yoktu. Oturup iki kahve söylüyoruz, bir de lavantalı cheesecake. Ne yaptın anlat bakalım diyorum. Geçen hafta evlerine gelen bir çocuk antoryumun kırmızı çiçeklerinden birini hart diye ısırıp koparmış. Diş izlerine bakılırsa 3-5 yaşlarındaymış. Ya zehirlenseymiş çocuk, ne olurmuş, zehirli bir bitkiymiş bu. Kedilere de önerilmezmiş. Bir gün yeniden bir evi olursa, bir de kedisi olursa, nasıl bir önlem almalıymış hem kedisi hem de çiçekleri için? Sonra kahvesinden bir yudum alıyor. Bu işi sevdim; ama saksı çiçeği hediye etmeyi anlamıyorum, hediye diye canlı bir şeyin sorumluluğunı veriyorsun, hiçbir şey olmasa misafir ısırıyor deyip gülüyor. Onu dinlerken ben de gülümsüyorum. Her şeyin başlangıcı sayılabilecek bu yerde, birkaç renkli saksının da payıyla, bahçesine ektiği lale soğanları, tomurcuklanan orkideleri, artık hayata tutunan bonsaisi, geldiği günden beri bir kraliçe gibi odada salınan antoryumu, git gide çoğalan barış çiçeği, boyu ilk halinin üç katına çıkan hostes çiçeği, loşluğa ayak uydurmaya çalışan menekşeleri ve gelecekte bakacağı tüm o güzel çiçekleriyle; sanırım arkadaşım bahçıvan.


*


Tüm bunları o anlattığım gün yazamadım. Büyük bir tadilata giriştim. Ev taşıdım, ev yerleştirdim, yetmedi; ben de bir zahmet kendi telaşıma düştüm, bu sürede kendi çiçeğimi doğurdum. Bu nedenle, sehpanın kocaman bir saksılık ile değiştiğini, bonsainin öldüğünü, hosteslerin üçlendiğini, içlerinden uzayanın aslında güçlenmediğini, uzayıp incelerek başka bir şeye dönüştüğünü, bizim acemi bahçıvanın bunu en sonunda dayanamayıp satın aldığı saksı bitkileri kitabında gördüğünü ve uğradığı şoku anlatamadım. Sonra hosteslerin kesilen yerlerden yeniden büyüdüğünü, hatta üç küçük hostesin bir melekle tanıştığını da anlatamadım. Afrika menekşeleri konusunda Jale teyzenin haklı olduğunu, menekşelerin yayvan saksılar, bol ışık ve alttan su sevdiğini, bunun kitaplığın önünün yine boş kalması anlamına geldiğini; neyse ki Hikmet'in yine hiçbir şey görmeden her şeyi çözdüğünü de anlatamadım. Benim orkidemin yaşadığını, pembe orkidenin öldüğünü, sonra Hikmet'in ve Şeyda'nın da ölümden döndüğünü -Hikmet'in durumunun hala kritik olduğunu- kötü bir orkide toprağının bir mayın gibi her şeyi darmadağın ettiğini anlatacak fırsatımsa hiç olmadı; çünkü kendi çiçeğim bazı geceler uyumuyor. Chamadora elegans ile begonya rexleri ne zaman anlatacağım? Lalelerin çıktığını ve yeni tohumlar ektiğini önümüzdeki Haziran için? Anne bambunun kesile kesile ufacık kaldığını; ama tam da artık kesilemediği yerden yeniden tam iki sürgün verdiğini? Meşguliyet terapisinin hala iş gördüğünü yani, dışarıda ne yaşanırsa yaşansın kendini saksılıktaki dünya ile avuttuğunu? Elbet anlatacağım, ben olmasam kimse anlatmaz. Belki baktığı çiçekler, belki.



*Fotoğraf Fatmanur Aksoy'a aittir.

53 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


bottom of page