top of page
  • Yazarın fotoğrafıEsma Aydan Dikmen Aksoy

bir kayanın anlatmaya değer muhtelif derinlikleri

Bazı hikayeleri anlatmak zordur. Bu hikaye aslında sıradan, önemsiz ve pek anlaşılır olmasa dahi böyledir bu. O nedenle okurken siz benim kadar zorlanmayabilir, hızlıca geçebilir ve “ne var ki bunda?” diyebilirsiniz. Ama zorlanabilirsiniz de; çünkü bir hikayenin insanı nereden yakalayacağı hiç belli olmaz. Belki de size kendinizi hatırlatan, bitirdiğinizde biraz duraklayacağınız ve sizi bir yerinizden yaralayan hikaye, bu hikaye olabilir.


Aslında basit, bir küçük kız annesinin aldığı lületaşı bir fille oynayıp duruyormuş. Dışarıdan bakan herkes size bu hikayeyi böyle anlatırdı. Ama ben, o küçük kızı içinde bir yerde taşıyan o kadın olarak size bundan daha fazlasını anlatacağım. Bu fazlalık da beni, diğer herkesten ayıracak. Bugüne kadar hep öyle yaptı. Muhtemelen bugünden sonra da öyle yapar. Şimdi, eğer hazırsanız; yani bir küçük kızla beyaz bir filin sıradan hikayesini duymaya hazırsanız, anlatmaya başlıyorum.


Onu ilk gördüğümde 9-10 yaşlarımdaydım. Annem bir geziden dönerken çantasında getirmişti. İçinde durduğu küçük, siyah kutunun kapağını yavaşça açıp onu özenle, cam kapaklı ahşap kitaplığın içine, sandığın yanına koymuştu. O yaşımda, annemin önem verdiği şeyleri kitaplığa koyduğunu bilecek kadar büyüktüm: Kitaplar bir kere, sonra sandık elbette, bir sırrı tutan ve bunu deniz fenerinin ışığı altında anlatan mühür, ona gelen hediyeler, kum saatleri ve diğer şeyler… Şimdi işte, bir de bu fil. Küçük, lületaşından oyulmuş, beyaz bir fil. İlk bakışta mükemmel; bir taşa o şekli vermek, bunu sabırla yapabilmek, dişlerini, hortumundaki çizgileri, derisinin kırışıklıklıklarını tek tek işlemek… Ama insan o yaşta bu küçük beyaz file baktığında bunları düşünmüyor. Anneme, “bunun ayağı kırık” dediğimi hatırlıyorum. Çünkü öyleydi, dört ayağından biri, tam olarak sol arka ayağı kırıktı. Ama bu kırıklığı iyi idare ediyor, hatta saklıyor gibi görünüyordu. Ya da annem o kırıklığı kendine saklıyor da olabilirdi; çünkü kitaplığın dışında duran biri bunu hiç fark etmiyordu; sol ayağının eksikliğini gölgeler, kitaplar, büyük yazılar kapatıyordu filin. O yüzden dışarıdan bakan herkes, onca şey arasında o fili gören herkes; önce ustasını takdir eder, sonra da filin doğu inançlarındaki anlamlarından, eve getireceği bereketten ama tek bir filin aynı etkiyi gösterip göstermediğini bilmediklerinden bahsederdi herhalde. Bense ona bakınca; ilk, o kırık yanını görmüştüm. Bu haliyle kitaplıkta, o önemli ve sağlam diğer şeyler arasında ne işi olduğunu anlayamamıştım. Annem, “olsun” demişti sadece, “ona yakından bak; görüyor musun, ne kadar güzel.” Bu, filin kırgınlığı hakkında annemden duyduğum tek şeydi.


Zamanla, evimizin en güzel yerini kaplayan o kitaplıkta duran ve bunu kimseye hissettirmeden, üç ayağıyla belki de biraz zorlanarak yapan fil, benim en iyi arkadaşım olmaya başladı. Gerçi, en iyi demek belki yanlış olur; çünkü iyi deyince herkesin aklına farklı şeyler gelir. O yüzden, fil oyunlarımda geniş bir yer kaplamaya ve hatta oyunlarımı ele geçirmeye başladı diyeyim, hem böylelikle size doğruları söylemiş olurum. O yaşta artık okulumun giderek ciddileştiğini, derslerimin ağırlaştığını, arkadaşlarımla paylaştığım şeylerin değiştiğini ve oyunlara vaktimin de, isteğimin de olmadığını düşünebilirsiniz. Ama ben böyle bir çocuk değildim; ki bu halin birazını da hala içimde sakladığımı muhtemelen siz de biliyorsunuz.


Annem, fille oynadığımı görmüştü; ama sesini çıkarmamıştı. Zaten evimizin en kıymetli eşyaları bir anlamda ortada duruyordu, salonda kocaman bir yer kaplıyordu kitaplığımız. Bu açıdan bakılınca her şey biraz da merak edilsin, keşfedilsin, dokunulsun ve okunsun diye orada duruyordu. Kırık ayaklı beyaz fil de, benim dokunmama açık hale geliyordu böylelikle; onu tozdan ve belki de tümüyle açıkta durmaktan koruyacak cama rağmen. Yine de ben, fille annem evde yokken oynamayı tercih ediyordum. Çünkü fille benim aramda, hem onun görmesini istemediğim hem de onunkinden farklı bir hikaye gelişiyordu. En büyük hayallerimi filin kendisi üzerine kuruyordum. Bu anlamda, annemin fille beraber eve getirdiği hikaye, benim ilgimi çekmiyordu. Onu nereden almış, neden onu almış, ustasının onu koyduğu kutuda başka “eksik” biblolar da var mıymış?.. Onu yapan usta erkek miymiş, yoksa kadın mıymış? Ondan ayrılırken, yaptığı bir hatadan kurtulduğu için seviniyor muymuş, yoksa o da filin eksikliğini içinde duyuyor muymuş? Anneme onu satmak ya da vermek istemiş mi gerçekten? Bir insanın kendi yaptığı bir şeyi, ondan izler taşıyan bir şeyi bırakıp gitmesi ya da başka birine emanet etmesi kolay mıymış? Bunları içimde bir yerde merak ediyor olmama rağmen, anneme sormuyordum. O da, fille oynadığımı gördüğü anlarda dahi bana müdahale etmiyor, onu elimden almıyor ya da onun için kafamda uydurduğum hikayeleri hiç bozmuyordu. Bu anlamda, aramızda gizli bir anlaşma var gibiydi. Sınırlarımız ve görevlerimiz belliydi, tam da anneme yakışır bir duruştu bu.


Bir zaman gelir, fili cesur bir savaşçı yapardım. Ormanda kendi kendine yürüyor olurdu. Günün birinde uyandığında sürüsünü kaybederdi çünkü ve her ne sebeptense sürüsü onu aramaya gelmezdi. O da biraz ağladıktan sonra ormanda yürümeye başlardı. Zaman içinde derisi daha da kalınlaşır, dişleri, kulakları ve hortumu büyürdü; zaman onu korkusuz, güçlü bir fil yapardı. Hala küçüktü; ama yırtıcı hayvanlardan korkmasına gerek yoktu; çünkü kendi kendini büyütürdü, içinde başka hayvanların gücünü de taşırdı. Öyle ki sürüsü gelip onu bulsa, belki onlar da tanımazdı. Ama geceleri o da her normal küçük fil gibi sürüsünü kaybettiğine üzülürdü. Yaprakların, bataklıkların arasından geçerken, yırtıcı bir hayvandan kaçarken, bir gölge bulup uyurken ve diğer hayvanları izlerken yapardı bunu. Günün birinde tam da bunları düşünürken kırardı ayağını, zayıf yanı ayağından bulurdu onu; ama o esnada doğadaki en güçlü hayvan o olduğu için hemen ayağa kalkıp yürümeye devam ederdi, dört ayağı varmış gibi davranırdı, yine aynı şekilde kaçardı yırtıcılardan, diğer filler bile onu üzemezdi. O zaman cesaretten anladığı buydu filin, belki benim de buydu.


Başka bir zaman, filin kötü kalpli ve acımasız olduğunu düşünürdüm. Bunu en çok, onun için kurduğum oyunun ortasında, ondan hiç beklemediğim bir anda düşüp tüm oyunu mahvettiği zaman yapardım. Her zaman üç ayağıyla duran fil, ben istediğim zaman durmazdı/duramazdı çünkü. Üstelik düşerken, mutlaka başka şeyleri de devirirdi. Bazen bunu kasıtlı yaptığına inanırdım. Öyle anlarda, eksikliğini artık taşıyamadığını düşünmek yerine, eksik kalmayı kendisinin seçtiğine inanırdım. Hal böyle olunca, hayalimde ayağını bir taşa vura vura kendi kırardı beyaz filim. Parçaları un ufak olur, o da bunu hiç dert etmezdi. Derisi taştandı, dişleri, hortumu, kulakları taştandı, ona acı işlemezdi. O da bunu sonuna kadar kullanırdı. Öyle zamanlarda onunla oynamak dünyanın en zor işi olurdu. Yine de yılmaz, onu düştüğü yerden kaldırırdım. O da, bunu görmemiş ya da istemiyormuş gibi, inat eder tekrar düşerdi. Sanki bilerek atardı kendini yere. Ben de bir yerden sonra pes eder, onu ait olduğu yere, bu kez o camın arkasına kaldırırdım. Onu oraya hapsedince de tüm gün beni izliyormuş gibi gelirdi. Ama bu sefer düşmezdi, yanıma gelmeye çalışmazdı; ben öyle istiyorum ya. Ben de ona sırtımı dönmeye çalışır, onu görmemeye çabalardım. Annem öyle anlarda file baktığımı, ona kızdığımı görür; ama bana ne olduğunu sormazdı. Ben de file bir kez daha kızardım; çünkü beni anneme rezil ederdi o an, öfkeden yanakları kızarmış, oyunu bozulduğu için kalbi kırılmış ufak bir kız çocuğuna çevirirdi. Belki annem o halimi de anlar, o halime de kalbinde yer açar, bunun üzerine de uzun uzun düşünür, kendimi kötü hissetmemem için hikayeler anlatır, beni böyle de severdi. Ama ben file düşman kesilirdim.


Sonra an gelir, aramızdaki bu gerginliğe, uzaklığa dayanamaz, onu kendisine dahi fark ettirmeden yalnızlığından çıkarırdım. Bu kez hiçbir hazırlık yapmadan önüme koyunca, araya da biraz zaman girince; bana gülümsüyormuş gibi gelirdi. Belki o da böyle anlarda gelmek ister; ama kapalı kaldığı o yerden istese de çıkıp gelemezdi çünkü. Ben onu oradan çıkardığımda, onun söylemediği/söyleyemediği şeyleri duymuş da olurdum. O anlarda ayağı bile uzardı sanki, hortumu daha yukarılara uzanır, gözleri biraz daha kısılırdı. Sanki yumuşar, içinde bir yerler açılırdı. Bu zamanlarda onu cebime koyar, evin içinde gezdirirdim. Ona balığımı, odamı, kendi kitaplarımı gösterirdim. Bana hepsini ilgiyle izliyor; o da sanki beni tanımaya, anlamaya çalışıyor, dahası bunu gerçekten istiyor gibi gelirdi.


Yine de böyle bir andan sonra bile, onunla uyuyamazdım. Bir kere o, bunun için fazla sertti. Gece bir yolunu bulur, beni rahatsız eder, olmadık bir anda uykumdan uyandırabilirdi. İçinde açtığı ne varsa, bir anda kapanır, her şey eski haline pek çabuk dönerdi. Böyle bir gecede kabus görsem, uyanıp anlatsam; yanımda taş gibi, yani olduğu gibi, yatmaya devam eder, daha o sabah gülen gözlerini kapatır ve hiçbir şey olmamış gibi yapardı. Olur olmaz zamanlarda dişlerini batırırdı. Ama ben dişleri için onu öldürmesinler diye başını beklemek isterdim, öyle severdim onu. Oysa ışığım açık başında nöbet tutsam, uyumadığım anlaşılırdı. Okuluma, derslerime, sorumluluklarıma geç kalırdım. Ve fil, bunların karşısında yine taş gibi durmaya devam ederdi. Dişlerine asla bir şey olmayacakmış gibi davranır, böylesine aptal düşüncelere nereden ve nasıl kapıldığımı bir türlü anlayamazdı. Ya da o hiçbir şey yapmazdı da, onu elimde her şeye rağmen tutmaya çalıştığım o anlarda bana böyle gelirdi. O yüzden her güzel geçen günün gecesinde, onu biraz da ona kızarak tekrar yerine koyardım. Böyle olunca da o anlarda, diğer oyuncaklarımı her şeyden daha çok severdim. Her fırsatta kitaplıktan çıkarıp beyaz, taş bir fille oynayan bir kızdan beklenmedik şekilde, bolca oyuncağım vardı. Uzun kollu, pelüş bir koalam vardı mesela. Onunla uyumak insana güven veriyordu. Saçlarını taradığım, onları konuşturduğum bebeklerim vardı. Kıyafetlerini seçmeme izin verirler, bu konuda bana güvenirlerdi. Üst üste dizdiğim, her seferinde başka bir şeyi yaratmamın mümkün olduğu ve buna açık legolarım vardı. Bunlardan bazılarıyla giderek daha az oynamaya, hatta bazen onlarda ne bulduğumu anlamamaya başlıyordum; bazılarıysa hayatımda giderek daha çok yer kaplıyordu, her biri ayrı ayrı hikayeleri, uzun uzun hayalleri hak ediyordu; ama şimdi bunları böyle bırakacağım. Çünkü bu anlattığım küçük kızla beyaz filin hikayesi.


Bir keresinde, bu file olan takıntım yüzünden; fillerle ilgili bir dönem ödevi aldığımı hatırlıyorum. Ne yediklerini, nerede yaşadıklarını, hayatlarını kimlerle paylaştıklarını oradan öğrendiğimi... Benim filim, taştan yapıldığı için böyle şeyleri anlatmıyor, hatta belki de hiç bilmiyordu. Oysa fillerin; dokunarak, işiterek ve görerek iletişim kurduklarını, uzun yıllar yaşadıklarını, hafızalarının iyi olduğunu ve kendilerini bildiklerini öğrenmiştim. İletişim için sesleri kullanıyorlardı. Ne var ki, bu sesler insanların duyamadığı frekanslarda olabiliyordu kimi zaman. Bunu okuduğumda beyaz file haksızlık ettiğimi düşünmüştüm. Belki de konuşmuş, anlatmıştı, belki de ben onu duymamış ya da başka bir şeyle ilgilenirken onu görmemiştim, onun taştan olmayan yanlarını anlamamıştım. Ama ben ne zaman böyle düşünsem, o bu kez de ödevimin, işimin üzerine düşüverirdi. Ben onu kırmaktan korktuğumda, o da tüm dengesini yitirir; bunun üzerine kendini bazen masamdan bile atardı. Böyle olduğunda, yani ben onunla konuşmaya ve hatalarımı kabul etmeye hazırken o bambaşka bir yere düştüğünde, onu kırmak daha kolay olurdu: Ayağının eksikliğini gördüğümü söylemek, onun yarım olduğunu, diğerlerinden farklı olduğunu, taştan olduğunu, yalnız olduğunu söylemek… Hatta bazen onu gerçekten kırmak dahi isterdim, un ufak olsun, yok olsun ve bu hikaye de burada böylece bitsin isterdim. Sonra yine bildik oyunlarımızdan birine dönerdik. Onun gözleri bu kez acıdan kısılır; ama dişleri daha da sivrileşirdi. Kulakları duyduklarını unutmamak için büyür, kırışıklıkları sözlerim derisine işlemesin diye bir anda gerilirdi. Ben de böyle olunca hem ondan biraz korkar hem de ona haksızlık ettiğimi düşünür, onu özenle tekrar masama yerleştirirdim. O, benim kadar kolay sakinleşmez, tekrar tekrar düşerdi, üstelik bu düşüşler canımı da yakardı. Bu kez, yorgunluktan onu kitaplığa geri koyardım. Annem beni yine görürdü.


Şimdi geriye dönüp düşününce, kendimi de annemin yerine koyunca biraz üzülüyorum. Herhalde o; kırgınlığımı görüyordu, beklediğim cevapları, zorladıklarımı, bulduklarımı ve asla bulamayacaklarımı. Ama müdahale etmiyordu. Ne yaşayacaksam ben yaşayacaktım, bir filin diğer ayakları altında ezileceksem, bunu kabul edeceksem, bunu reddedeceksem, bir biblodan daha fazlasını bekleyeceksem, ne yaşayacaksam ben yaşayacak ve böyle büyüyecektim. Ona göre; sadece lületaşı ufak bir bibloydu bu, onu eve getirirken de böyle olacağını hiç düşünmemişti. Ama öyle sanıyorum ki, annemin içinde hikayenin bu versiyonuna da yer vardı. İnsanlar, kültürler, düşünceler bambaşkaydı çünkü ona göre ve yazılan hikayeler de anlatılanlardan ya da umulanlardan farklı olabiliyordu işte, olan bitenin hepsi buydu, göremediğim her şey bu kadardı.


Yine de, aslında içten içe beklediği gibi oldu dersem; yani biraz koparak, biraz azalarak büyüdüm ama bunların hepsinden bir şeyler kazandım, zamanla yaraları sarmayı öğrendim ve o bibloyu da yalnız bir biblo olarak gördüm dersem, size yalan söylemiş olurum. Evet, yaşım büyüdükçe oyuncaklara ve biblolara olan bağım azaldı. Kitapların fillerden daha çok ve yer yer bizimle aynı frekansta konuştuğunu öğrendim. Kendime lületaşından bir mektup açacağı aldığım bile oldu. Derslerim giderek zorlaştı, öğrendiğim bilgiler giderek değişmeye ve hatta dünyamı da değiştirmeye başladı. Bazı oyuncakların anısı, bazılarının kendisi kaldı. Mesela, koalanın o yumuşak, o güven veren hissini ve elbette kendisini gittiğim diğer evlere de götürdüm. Etten bebeklerin yerine porselenleri koydum ve onların değişmez yüz ifadelerinde de güven buldum. Ama fille olan o anlaşılmaz bağım, ona duyduğum merak; hala bitmedi. Evden uzaklaştığım uzun aralıkların sonunda, yeniden eve döndüğümde; kendimi kitaplığın önünde, yerleri, adları değişen kitapların arasında hala o file bakarken bulabiliyorum. Ama artık annem odaya girdiğinde, gözlerimi ondan çevirmeyi ve onu bazen tamamen unutmayı da başarıyorum. Annem herhalde bunu da görüyor, belki geldiğim noktayı biraz takdir de ediyor. Ama onun düşündüğü gibi mi büyüyorum? Meseleleri onun istediği gibi mi çözüyorum? Nereden başlayacağımı ve nerede bırakabileceğimi artık anlıyor muyum? Ezileceğim zaman kendimi korumaya alıp hemen oradan kaçıyor muyum? Bunların cevabını ben de verebilmiş değilim.


Şimdi otuzuncu yaşımı bitirmek üzereyim. Beyaz fili, hep yanımda taşıyacak cesareti kendimde hiç bulamadım. Biraz o izin vermedi buna, biraz da ben hırpalansın istemedim. Dahası, ne küçükken ne de büyürken ona bir isim verebildim. Ona olan ilgimin sebebini de hiç anlayamadım. O yüzden bu hikayede ona neden böylesine tutkun olduğumu, size hiç anlatmadım. Ama artık; en azından bu yaşımda sahip olduğum bakış açısıyla, onu olduğu gibi kabul edebiliyorum, en azından bunu deniyorum: O, ayağının kırık olduğunu kimseye göstermeyen, bu haliyle annemle bir suç ortaklığını paylaşan taştan bir fil. Ama bu acıyı ne zaman bana göstereceği, ne zaman benim üzerime düşeceği ve onu tekrar yerine koyabilmem için beni ne kadar zorlayabileceği de belli olmayan bir fil. O sadece rüyalarımda benimle konuşan, rüyaların dışında sıklıkla bana duymadığım, duymak istemediğim bir frekanstan seslenen bir fil. O yaraları açan, kanatan; ama sarmayı bilmeyen, beceremeyen bir fil. Aynı zamanda o, her şeye rağmen kitaplığımızda, evin en değerli eşyalarının arasında durmaya devam edecek bir fil. Bunca şeye rağmen daha fazla kırılmamış, sapasağlam duran bir fil. O, ne olursa olsun, hem geldiği hem de kaldığı yolu seven; ama dahasına artık üç ayakla gidemeyecek yorgun ve yaşlı bir fil.


Bazen onu yapan ustanın, onu başka bir şeyden çevirdiğini ve ayağını da bilerek böyle yaptığını düşünüyorum. Mesela bir gül olacakmış, bir sipsi, bir pipo, belki de bir tespih olacakmış; ama usta onu bir fil yapmış. Yaparken onu yontan elinin üzerine kimi düşüncelerin ağırlığını koymuş. Usta da böyle bir ustaymış işte, stresini böyle ufak tefek şeyler yaparak atıyor, bunları yaparken de kendi hayatını düşünüyormuş. Öyle anların birinde, dertlerini bu lületaşının içine saklamış, onu küçük; ama özünde kocaman ve yerinden kalkmayan bir fil yapmış. Ayağını da bilerek kırmış ki; o da çok uzağa gidemesin. O da bir şekilde bu çemberde dönüp dursun.


Size bu hikayenin böyle bir hikaye olduğunu söylemiştim. Bir anlamda özel ve yeni, hatta anlaşılır hiçbir şey anlatmıyor. Ve dışarıdan bakan bir göz için; içimdeki küçük kız, hala o fille oynayıp duruyor. Benim için olan hikaye ise işte anlattığım, anlatmakta olduğum gibi. Filse hikayemi hala sormuyor, sorduğu anlar/biçimler varsa da ben duymuyorum. Yine de zaman zaman ona hala hikayeler yazıyorum; onu yumuşatmayı, tamamlamayı, kırıp o kayanın içinden getirdiği başka muhtelif derinlikleri görmeye çalışıyorum. Yazdıklarımı okumak ya da anlatmak istediğimde burada olmadığından ya da yine düşüp her şeyi mahvetmesinden korktuğumdan bunları görünürde ona değil de, size anlatıyorum. Fil yıllardır, kendi hikayesini olmadık zamanlarda, olmadık şekillerde bana anlattırıyor, bambaşka hallere sokuyor onu, her şeyi baştan yazdırıyor. Dedim ya şimdi otuz yaşım bitmek üzere; bugün annemin evinde, bir kahvenin hazır olmasını bekliyorum. Beklerken fille yine göz göze geliyorum; üstelik içimde hala aynı heyecanı, korkuyu, gerginliği ve mutluluğu duyuyorum. Hikayenin geri kalanında annem ve günün devamı ile gerektirdikleri odaya gelecek, ben file sırtımı döneceğim. Hem fil de artık o kadar yalnız değil. Annem yanına başka lületaşı objeler koymuş; belki de fil böyle uygun görmüş, yanında beni değil de bunları istemiş. Ayağının eksikliğini, bunu hiç görmeyen ya da bunu hiç bilmeyen şeylerle kapatmış.


Ben ona bakıp tüm bunları kurarken, onun ne düşündüğünü hala bilmiyorum. Ama yazabilir ve yazdıklarıma önce kendim inanabilirim değil mi? Gün içinde hayatımı yaşayıp ne yazdığımı da önce kendim unutup üzerime düşeni bazen fazlasıyla, bazense eksik de olsa yerine getirebilirim. Çünkü insanlar böyledir. Onlar devam etmeyi, iyileşmeyi ve renklenmeyi bilirler. Konuşmayı, dinlemeyi, anlamayı ve anlatmayı, daha önemlisi yeri geldiğinde susmayı bilirler. Eksilmeyi, büyümeyi, artmayı ve azalmayı bilirler. Peki ya küçük, beyaz filler? Onlar da bilir değil mi, anlatmayı bir gün camın arkasında yaşanıp biten kendi gerçek hikayelerini, kurşun askerle olan benzerliklerini, cama bakınca yansıyan ve dışarıda kalan gördükleri diğer güzellikleri, bir küçük kızın onlara olan ilgisini, yani kendi alternatif balerinlerini, herkesin duyduğu ve uzlaştığı ya da en azından benim hak ettiğim bir frekansta?




89 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


bottom of page