top of page
  • Yazarın fotoğrafıEsma Aydan Dikmen Aksoy

ihtimal ya da sürecin on dokuzuncu öyküsü

bir erken bahar sabahı, herhalde güneşliydi; üzerimde kırmızı montum vardı diye hatırlıyorum. geç bir kahvaltı yaptık sabah, hiç unutmam gözleme yedik. her gün birlikte giderdik gideceğin yere, ben masayı toplamak için evde kaldım; sen bir daha gelmedin.


tam merak etmeye başlamıştım ki, telefonum çaldı. aranmış arabamı almamı istediler ve beni içeri almadılar bir müddet; anneme iyiyiz dedim.


sonra oradan çıkıp seni görmeye geldim, o gün tam üç kez yaptım bunu. ilkinde sadece geldim, odada oturuyordun, sarıldım sana; bunun uzunca bir süre için son sarılmamız olduğunu biliyordum, bana baktın; sen de biliyordun. sonra kıyafet getirdim sana, o çantayı bana Edirne'de geri verdiler. en son da sigara ve kitap getirdim. kitapları da Eskişehir'de verdiler. tüm bunlar için elimde kalan son karta teşekkürler.


aynı akşam ben Edirne'de ev bakarken, polisler geldi eve. şakalı komikli karşıladım sanıyorum. sonra da abinler geldi. önce masada yarım kalan yapbozu bitirdik; bir ev resmi vardı üzerinde ne ironik. o gece biraz ağladım.


ertesi gün çerçeveciye gittik yanılmıyorsam, belki de günleri karıştırıyorumdur, üç yıl geçti üzerinden. bir iki gün kaldık o şehirde onu iyi biliyorum, hani bırakılırsan diye. seni Edirne'ye götürdüler mi, defalarca aradım. akşamın bir yarısı çıkmışsın yola. ayçiçeği'nde çorba içmişsin. sonra bırakmadılar seni. biz evi topladık. o gün iki kere indim arabadan. birinde askeriyeye tencere aldım; diğerinde lokum ve sabun, inanır mısın...


sonra, kısacık kaldım Ankara'da, bolca papatya çayı içtim. az zaman geçti, Edirne'ye geldik seni görmeye. sen de bizim ne yaptığımızdan habersiz evler taşımış, evler değiştirmişsin. biz de öyle. babam, halam, abin, annem ve ben. seni gördük ilk defa, ayçiçeği'nde değil, bizim ciğerci'de içtik çorbamızı.


o görüntün de hala gitmez aklımdan. biraz şaşkın, biraz da korkmuş bakıyordun; demir parmaklık, cam, demir parmaklık ya da tam tersi. buradaydık oysa, ev de bakacaktık, kalacaktık burada. yanındaydık, hala da öyle. o günden sonra sana gelirken makyaj yapmayı adet edindim. göz altı morluklarına fondötenden daha iyi gelen ne var, bilmiyorum. bir daha da öyle mahzun görmedim seni, yok mu Eskişehir'in avlusunda fotoğrafın, sonrası hep öyle.


birkaç gün köyde kaldık. sana oradan Edirne şivesiyle ilk ve tek mektubumu yazdım. yeni akrabalar edinmiş oldum böylelikle, halamın gizli dünyasına girdim. Isparta'da gördüğüm evi tuttuk. sonra geri dönüp Bartın'daki evi kapattık. kitaplarımı kolilerken çok üzüldüm. hayriye teyzemden ayrılırken de öyle. hala da kitaplarla oynarken gelir, dostum ürtikerim.


sonra da o eşyaları Edirne'ye getirdik. annemin şaşkınlığını görmeliydin. ilk defa şehir dışına çıkan üniversite öğrencisi gibiydi. orada çok güzel günler geçirdik. çok kötü günler de geçirdik. hala aklımda leylekleri, çöplüğü, havası ve türlü güzellikleri canım Edirnemin. orası bizim evimizdi. ışıkların balkonumdan görülürdü. her sokağı benzer bir başka sokağa çıkardı. sadece bir sokak adı değildi üstelik zehrimar bayırı. bayır hayatımızın bir ucunda kalıp durdu onca zaman, şifası II. Beyazıt'ın Külliyesinde de yoktu. ama hala aklımda, bir gece yarısı Sarayiçi'nden d1önüşüm, canım komşum ve kokusu meyve sabunlarımın.


burada kızdım kendime, fotoğraflara ve kartlara. burada bir kez çok ağladım, çorap çiftlerini ayırmayan biriyken ayrıldığım onca şey için. ama burada çektirdik ilk güncel fotoğrafımızı. iki ayların ne uzun ve ne kısa olduğunu burada öğrendim. arkadaşlar edindik, tahliyelere sevindik. umulmadık tesadüfler bağladı başkalarını bizlere. ama zehrimar bayırı, işte hala orada duruyor.


sonra bir gün, annemle İstanbul'a gittik. ailemizin bir araya gelebilmesi için herkesin ülkenin başka bir bölgesinden yola çıktığı bir zaman. bildiğimiz kadarıyla gezdik İstanbul'u. Ertesi gün Edirne'ye geldiğimizde, sen yoktun. Fatih Edirne'den çıkıp İstanbul'u fethetmişti; biz Edirne'den çıktığımızda seni kaybetmiştik.


sonra denizler geçip bulduk seni, gemileri denizden yürüttük. geldi mi burnuna tam şu an, fabrikanın o iğrenç tavuk kokusu? otelimle o gece tanıştım, genişçe bir lobisi vardı, güzel bir kitaplığı. sonra orayı kuaföre kiraladılar. işte yine o meşhur zehrimar bayırı. ve giderek dikleşti yokuş; Isparta, Ankara, Bandırma arasında; sen evler taşıdın, ben evler taşıdım. Nisan'ın ilk günü veda ettim Edirne'ye. Koğuşlardan koğuşlara, ranzalardan yerlere gezip durdun sen de. hayat, burada çekilen fotoğraflar gibi soluklaşmaya başladı. mevsimler geçti. camları sökecek kadar sıcak yaz, kar tanesinin yere düşemediği ayaz. ve o hiç gitmeyen kesif tavuk kokusu, meyve sabunlarının yerine.


bir ara anneannem öldü. bunun ağırlığı hala kalkmadı annemin üzerinden. yani yine aynı, sen evler taşıdın; ben evler taşıdım. bir kızı oldu nice sonra, adını unuttuğum infaz korumanın. rıdvan abi boşanamadı, hasan abinin babaannesi iyileşmedi.


bir kış günü tuvalete korumasıyla giden hakim 8 yıl 9 ay verdi sana üyelikten. sekizyıldokuzay. defalarca hesapladım, yetmiş dokuz ay yatarı var. otuz altı yattığına say, on iki denetimli serbestliğe çık. kaldı otuz bir ay, 31 ay.


şimdilerde düşürme ihtimalleri var. dışarıda salgın kol geziyor. herkes evlerinde, sen de öyle. ama gelmiyorsun kimsenin aklına. halının kıymetini bilin yazmıştın yetmiş yedinci gün, koltuğun kıymetini bilin. bilmiyorlar, bazen ben bile.

üstelik, tüm bunlar, yaşananlar yani; senin, benim, onların, çocuklarının yaşadıkları değişmiyor onlar kıymet bilince/bilmeyince ya da bir ihtimal kaçınca bir milletvekilinin ağzından.


yakında gelecek misin, şehir dışı yasağının olduğu eski şehrimden? onca boş konuşmanın, kürsülerden bağırmaların sonunda? kurur mu dersin ümitsizlik çiçeği, belki binyetmişsekizinci günün gecesi? ben arayı açtıkça, sakız gibi uzadı süreç. yirminci öyküde biter diyordum ya, öyle olur mu sahiden? evler kapatır, evler açar mıyız yan yana? bu zamana kadar ayrı yaşadığımız ne varsa, birkaç şehir, birkaç anı, biraz acı? her yokuşun bir inişi, başlar mı dersin? ya da ölüp gidecek miyiz ayrı şehirler ve ışıksız balkonlarda? iletişimsizlik ve ufacık bir virüsten, adaletsizlikten, merhametsizlikten ve insafsızlıktan en çok.


görüp göreceğimiz tek beraat, belki de bugünken.


*


"sen yoksun

deniz yok

yıldızlar arkadaşım

ya bu gece harika bir şeyler olsun

yahut bir bomba gibi

infilak edecek başım"


Attila İlhan-Sen Yoksun


*Fotoğraf Fatmanur Aksoy'a aittir.



156 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page